o piçi ben yaptım / göğsündeki boşluğu da*
karışık maviler, isimsiz kasetler. "büyüdüğüm için kendimi affedemiyorum. kalmadığı için de çocukluğumu."
yazın son günü. otuz bir ağustos. onlarla tanıştığım ilk yazın, son günü. hepimizde tuhaf bir heyecan. taehyung geçen pazartesi sahile inmek istediğini söylemişti ama birkaçımızın işi olduğu için ertelemiştik. nihayetinde benim ve namjoon'un yanında bisikleti, taehyung ve jungkook'un ellerinde kaykayları, diğerlerindeyse patenleri vardı. kaydırak gibi bir yer vardı sahilin kıyısında. orada takılıyorduk. mutluyduk. sahiden mutluyduk. yoongi bisikletlerden nefret eder. özellikle iki tekerlilerden. düşe düşe dizlerinde iz yapmış çünkü. bisikletler midesini bulandırıyor. ama o sıcak yaz günü yanıma gelmişti, bana sahil boyu bir tur atmak istediğini söylemiş, önüme oturmuştu. sahil boyunca ellerim bisikletin kondisyonlarındaydı. ellerini ellerimin üzerine koymuş, başını göğsüme yaslamış ve gözlerini yumarak yol boyu gülümsemişti. "hayatımda geçirdiğim en iyi yaz sonu." demişti, geri dönüşte. saçlarının arasına öpücükler kondurmuştum. onu yaşama biraz daha ikna etmek için. olmuştu. kıkırdamıştı: "namjoon, yazlar hep eskiyecek."
bana bunu söyledikten yaklaşık üç hafta sonra intihar etti. veda ve selamlama kelimelerinin birbirine neden bu kadar çok benzer olduğunu uzun süre merak ettim. merhaba ve elveda. hoş geldin ve hoşça kal. aşk ve nefret de böyle, yağmur yağarken yazdığım bir şiirde hatırlıyorum. "hoş buldum," diyorum, gözyaşlarına. kiminler bilmiyorum. yine de mutlu oluyorum çünkü birisi benim için ağlıyor. "hoş buldum ve hoşça kal."
otuz ağustos iki bin üç. saat ikiyi on yedi geçe. min yoongi'nin ölüm tarihi. onu özgür bıraktık. çünkü ölmeyi bu yüzden seçti. bu dünyada ellerini nereye koyacağını bilemediği için. mor kalıplı günlüğünün son sayfasını yatağının üzerine bırakmış. üzerinde bangtan'ıma, diye not düşülmüş. intihar notu olduğu için ilk polisler okudu, sonra biz.
bangtan'ım, özür dilerim. özür dilerim ve teşekkür ederim, benim daima kurşun geçirmez kalacak izcilerim. sizi hep seveceğim, beni affedin ve kafka olarak size söz, kalplerin kırılmadığı bir dünyada sizi bekleyeceğim. beni bulun. beni özgür bırakın, boşlukta öylece süzülmeme izin verin. bir gün yerlerde sürünüyorum, öbür gün göklerde uçuyorum. neden? beni özgür bırakın. elveda, eğer arkamda iki kuruşluk mal varlığım kaldıysa, hepsini size bırakıyorum. namjoon kitaplarımı alabilir, hoseok günlüklerimi, seokjin heykel koleksiyonumu, taehyung kapüşonlularımı, jungkook mangalarımı, jimin'se o bir gün giymem için can attığı, beyaza boyadığı gri ayakkabılarımı. sizi bizim olan evrenlerde bekleyeceğim, vaktinden önce gelmeyin. tanrı bana çok kızacak olmalı, vaktimden bayağı önce, kendim seçerek gittim paralel bir evrene. onun üç hakkından ikisini aldım. bir, sezeryan doğum. iki, intihar ediyorum. ve üç, ona bıraktığım tek işleyiş. kader. ona tek bir seçenek bıraktım ve o elimde iki seçenek bulunmasına rağmen yakıp yıktı beni. yüzleşecek ve konuşacak çok şeyimiz var. biz ne zaman ki sorunlarımızı hallederiz ve bana bir sarılma verir, o zaman gelin, kafka'nızın yanına. o zamana kadar, kendinize iyi bakın puştlar! başlangıçtan sonsuza kadar, bang-tan!
bu notun ezbere bildiğim tüm cümlelerini yüze ikiyüz boyutunda olan boş bir tablonun tam orta yerine yazdım. sonra da vanilyalı tütsünün ateşiyle o tabloyu yaktım. bir gün bana reçellerden neden nefret ettiğini anlattı. "bana çok tanıdık birisi kalbimin üzerine reçel döktü. ayağı da kaymadı, yanlışlıkla da yapmadı. bilerek döktü. yanan ocaktan aldı tenceresini, elleri yanmasın diye havluyla tuttu. başında saatlerce durduğu reçeli aheste aheste aktı kalbime. damarlarımdan kaydı, kayısı kokuyor kanım o günden beridir." onun oslo 31 ağustos meseleleri ve üzerine reçel dökülmüş kalbi. hiç anlatmak istediğini anlamadım. zaten tüm savaşı bunaydı.
o gittikten ikibinseksenaltı gün sonra bana onu hatırlatan bir şarkı yazdım, ismi şu: everythingoes. sonra o günün de üzerinden yediyüzseksenaltı zaman geçti, artık yokluğuna alıştım. o yokluğa şöyle seslendim: still life.
jimin sırtını sakura ağacına yaslarken boşluğu izliyor. “sizce üşüyor mudur,,,” diye soruyor. kimse ona cevap vermiyor çünkü eğer bu soruyu tekrarlarsa hepimiz kendimizi öldüreceğimiz eşyalar bulacağız birbirimize. "devam etmiyor, namjoon yalan söylüyor." diye mırıldandı, ellerini saçlarımda dolaştırarak ağlamalarımı seyrederken. "hayat devam etmiyor."
dilimin bağını tükürmek istiyorum zamanında göbek bağımı kestikleri gibi.
uzak bir hayalleşiyor.
“namjoon,” diye başlıyor kayıttaki jimin’in sesi. “bizden nefret falan etmiyorsun. ağlama isteğini ancak çok öfkeyle dindiriyorsun. bu yüzden gökte yaylanan buluta bile küfrün.”
“öyle,” diyorum. aldığım nefesten beni tanıyan birisine yalan söyleyemem. "sizden nefret etsem, annem ölmüş gibi ağlamazdım yoongi aklıma her düştüğünde."
"sen annen ölmüş olsa da ağlamazdın."
"belki. bilmiyorum. aynı evde yaşayan iki yabancı gibiyiz. sadece bana kurallar koyuyor, o kadar."
"ne gibi kurallar?"
"bilmem. her şeye dair kurallar. sonbaharda dondurma yemek yok. başımı belaya sokmak yok. kavgaya karışmak yok. evde küfür etmek yok. ablamın bilgisayarında porno izlemek yok. okulda disipline gidersem yazı babaannemlerde geçirmem gibi tuhaf tehditleri var."
"iki yabancısınız ama birisi diğerine sözlerini geçirebiliyor. pek uzak sayılmazsınız."
"cumhurbaşkanını ya da başbakanı da tanımıyorum ama bütün sikik yasaları bana yutturabiliyor. herkese yutturduğu gibi. öyle düşün."
"yani annen sizin evin devlet başkanı mı?" diyor, elindeki çiçeğin saplarını tırnaklarıyla sökerken. parmak uçları yeşile bulanmış. başımı sallıyorum.
"onun hakkında böyle düşünmen biraz kırıcı. sonuçta seni büyüttü ve sevdi."
"jimin, sen bizim takımın optimisti olduğu için böyle düşünüyorsun. benim için aile kavramı buruk bir tat gibi. babam sadece akşamları ve pazar günleri buluştuğum bir iş adamı. annem ise yalnızca bana epi topu on sekiz yirmi yıl hakim olabilecek bir devlet başkanı. anladın mı? biz sadece birbirini çok iyi tanıyan yabancılarız."
başını salladı. benimle tartışmaya girerek ailemi bana kabul ettiremeyeceğini biliyordu. "yoongi'yle bu yüzden çok iyi anlaşıyordunuz." dedi. "ikiniz de ailelerinize karşı birer duvar inşa ettiğiniz için."
güldüm, alaylı bir gülüştü bu. "hayır. suçu biz değil, onlar işledi. bizim ailelerimiz kendilerini şahbaz sanıyordu o kadar. biz onların kuklasıydık. kendi yaşayamadıklarını bize dayatıp buna, eğitim ve ahlak adını veriyorlardı. yirmi birinci yüzyılın kendini bir bok sanan yetişkinleri. keşke üreme içgüdüsünü toplumlar bir daha gözden geçirse."
“eğer böyle bir şey olsaydı sen de olmazdın, bizde. ürediğimiz için varoluyoruz ya.”
“tam da bunun için olmama savaşı veriyorum.”
ne konuştuğumu bilmiyorum, ağzımdan ne çıktığını, neyi kastettiğimi falan. genel olarak başım çok ağrır. ağrıdığı için de daha yüksek sesle konuşurum, bu şekilde bana yerini hatırlatamaz.
“senin için bir şiir yazdım,” diyorum jimin’e. “öyle mi?” diyor. “söylesene.”
kırk altı gün önce kaydettiğim bir şiirin ezbere bildiğim nakaratını tekrarlıyorum, defalarca söylüyorum, onu biraz ağlatıyorum. sonra jin’i hatırlıyorum.
üzüldüğüm yerden hayatını askılıyorum.
kulaklarının kenarlarındaki kabuk bağlamış yaraları hatırlıyorum. ne zaman kabuk bağladığını görse kanatırdı. hatırlamak için. nefreti ve nasıl bugünlere geldiği için. belki de niçin bir zamanlar kulaklarını kesip atmak istediğini unutmamak için.
bir gün yürüyor. tam burada kafamın içinde sabaha karşı yazdığım şarkı çalmaya başlıyor. ismi, hectic. sadece başka bir cennet hayal etmek istiyorum. durmuyor. eve gidiyor. ablaları yok. annesi yok. üst komşularının bağırışlarını duyuyor. içimden mırıldanıyorum, doğmak bir acıysa,,,,,, bu oyunu,,,,,, nasıl oynayacağız??? annesinin yanağındaki babasından hatıra olduğunu daha şimdi öğrendiğim o dikiş izi yok. görmek zorunda değil o izi. yüzleşmek zorunda değil. salondan geçerken en büyük çerçevedeki, ortadan ikiye yırtılmış resme çarpıyor gözü belki. babası o yırtıkta artık yok. olmamalı. olursa kavga olacak. gürültü olacak. bir çatının altında yaşamaya çalışan kadınların canı yanacak. babasını özlemiyor. babasına kızgın. babasına nefret dolu. her şey için günah keçisi seçilen annesi adına yapabileceği her şeyi yapmış. birilerini dövmüş, komşulara küfretmiş. ama ses kesilmez. bilir misiniz bilmem, bazen insanları susturmak atomu parçalamaktan zordur. ağzı olan konuşur. jin odasına gidiyor farkındalıkla. elleri kulaklarında. kulaklarını kopartmak için uzatıp durduğu tırnakları iş başında. kesiliyor kulak memeleri. kanıyor. boynuna kan akıyor. gözüne çocukken origami için kullandığı desenli makas çarpıyor. hiç düşünmeden uzanıyor. bileklerini sıyırıyor. hiç ağlamadan, gözlerini yummadan kesiyor bileklerini. olmadı. beğenmedi şekli. dimdik kesmek istiyor.
odasından çıkıyor. salona dönüyor. o çerçeveye bir yumruk. elleri kesiliyor. bununla yetinmiyor. artık babasının olmadığı fotoğraf karesi kayıp ayak uçlarına düşüyor. eline aldığı rastgele bir cam parçasının ucunu komodine çarpıp sivriltiyor. önce sol bileği. dimdikliği beğendi. sikik pisagor üçgenlerinden daha dik. diğer bileğe geçiyor. yerler kan. yırtık fotoğraf karelerinde artık bir çocuk öldü ölecek. yerler kan. aramızda on beş metre ha var ha yok da diyemiyorum. kilometreler var çünkü. saatler, hiç aşılamayacak yollar, yıllar ve zamanlar var aramızda. sağ elindeki dikliği öyle seviyor ki, doktorların bile dikemeyeceği düşüncesi onu öyle sevindiriyor ki, kıkırdıyor. dizlerinin üzerine çöküyor. sağ bileğine bakıyor. ağlıyor. üstü başı kan. "tanrım," diyor. "bana bu ömrü verdin, kalbimi bilerek. sana bu izleri armağan ediyorum, kalbimi dikerek." başka kesiği dikmek için yine kendisini açmak zorunda kalmasını görmezden geliyorum, “baba,” diyor. “bize bunu neden yaptın?” bazı soruların cevabı yoktur. vardır belki ama bilirsin sen. o cevabı hiç duymamış olmak, daha iyidir. söylemek ve bilmek istemezsin. biliyordu mesela. babasının piçin önde gideni olduğunu biliyordu ama soruyordu yine de. çünkü çaresizlik, bilinen her şeyin ötesindedir. o da çaresizdi. babasını geri getirip hesap sormak istemesi bencillik, annesinin dizlerinde ağlaması için çok geçti. öldü ölecekti. çaresizdi. bazı hatıralardaki mesih gibi, çaresizdi. hiçbir el uzanamaz gibiydi ona. ellerinin üzerinden birer çivi geçmişti. aynı çiviler ayaklarında vardı. gökyüzüne kaldırıyordu başını, baba, baba diyordu yüzü gözü kan içinde. baba, baba. niçin beni terk ettin?
“bana bu şiiri on yedi yaşımdayken yazdın, değil mi?” diye sordu. dolan gözlerini kaçırdı.
"on yedilerde bir sorun var." dedim, ağlamamak için daha fazla kafamda senaryo kurmak istemediğimden. güldü. "evet, "dedi. "on yedilerde sorun var." seokjin on yedisinde bileklerini öylesine dimdik kesti ki, kemiği sıyrıldı ve doktor iki kırığın birleşmesi için araya bir çivi kaynattı. "şu derbeder rüya," demişti. bir süre sonra. içli içli. dostu için gözyaşı dökmeye hazır gibi. rüya kelimesiyle dünya kelimesini çok benzetiyordum. niçin biliyordum ama şimdilik açıklanabileceğini pek sanmıyordum. bu kelime benzerliğini seokjin anlayabilirdi. ona anlatmak için kafamın köşesine kazıdım. unutmamak için.
tabii ki unuttum.
o geceye gidelim. o gündüze. o hıçkırığın başladığı yere.
koştuğum için tıkanıyorum. öksürük krizine giriyorum. kan çıkıyor ağzımdan. jimin hızlı nefesleriyle, ağladı ağlayacak ifadesiyle beni sakinleştirmeye çalışıyor. benden çok kendini sakinleştirmeye çalışıyor, farkındayım. bana bir şey olmayacağını, sadece bir öksürük krizi olduğunu inandırmaya çalışıyor kendisine. jimin, diyerek silkmek istiyorum onu. jimin, yoongi yalnız kalmamalı. ama yapamıyorum. bırakın tek kelime etmeye, nefes almaya mecalim yok. sanki tanrı bir cehennem bırakmış boğazıma. yutkunamıyorum. kelimeler tıkanmış, midemi bulandıranlar uçlarından köşelerinden oksijenle tepkimeye girip yanmaya başlamış. nefret ediyorum. git demek istiyorum. git, ben burada öleyim gerekirse ama yoongi'yi yalnız bırakma. kimseler bilmez yoongi’yi. sahiden bilmez. kara bir örtü gibidir o. kimselerin onu görmesini istemez. bazenleri bizim bile. bize bile göstermez bir şeyleri. tabutunda yattığını düşünüyor. tabutunun üzerine yorgan bile koymamış. üşüyeceğini bile bile yatıyor mezarına. sırtını dönüyor bütün insanlığa. kırık. bu yaşama çok kırık. neden olduğunu söylemiyor. insanların toprağını eşelemesini istemiyor. öldüm, diyor. öldüm, bu kadar. rahat bırakın beni. jungkook onu rahat bırakmıyor. o koca gözleriyle evlerinden arakladığı bir yorganı çekiştire çekiştire, ödü kopmasına rağmen mezarlığa götürüyor. yoongi’nin toprağının üzerine örtüyor. toprak üşür mü diye sormayın, yoongi’nin üzerine dökülmüş toprak bile üşür. güneş bile ışıklarını yollamaz onun yattığı arıgüllerinin altına. üşür çünkü. ona elini değdiren herkes üşür biraz. burada kendimi altı kez bıçaklamaya çalıştığım şarkı çalmaya başlıyor. ben zaten sürekli dünümü unutuyorum. bugünün de ne olduğunu bilmiyorum. HER ŞEY BİR ZAMAN MESELESİ.
bu hikâyedeki kimse yoongi hakkında size uzun uzun şeyler anlatamaz.
istemez. ağlar çünkü. toprağı eşelenince, birisi toprağını ezip geçince kalbi kırılır ve hiç ağlamaz sandığımız yoongi bin parçaya ayrılarak hıçkırarak ağlar. acır ve ağlar, derdini dinleyince üzerinden bir yük kalkacağını sanarak sonradan bir paçavraymış gibi kenara fırlatacağımız insanlar. kanar ve ağlar. duy beni kaptanım,,,,,, bıraktığın üşümüş uçurtmayı taşıyorum gittiğim her şarkıya,,,,,,
insan, olduğunda ayrı bir hastalık. olmadığında ayrı.
tiz bir ses çıkıyor dikenli duvarların arkasından. trenin bir iki dakikaya burada olacağının habercisi o tiz ses. yanıp sönen kırmızı ışık. karları kana boyayan, boğazımda atan yüreğim.
jimin geçemezdi o çitlerden. dikenli çünkü. orada insanların durması yasak. geçen yıl on yaşında bir çocuk düştü, o yüzden bu istasyona onun adı verilerek girişe yasaklandı. nina mıydı neydi adı. seoul tren hattının nina durağı. jimin ellerini dikenlere yaslamış. nina ölmüş olmasa oraya dikilmeyecek dikenli tellere.
"yoongi, buradayız!" diye bağırıyor. elleri kanıyor. farkında değil. ellerimi tellere yaslıyorum. çapraz yapıp, eğik bir şekil oluşturmuş telden çitlere. babaannemin her yaz yaptığı bir tatlıya benziyordu şekli. babaannemin tatlılarından ve geometrik şekillerden nefret ediyorum. alnıma jimin’in ellerinden düşen kanlar dökülüyor.
yoongi karın yuva yaptığı rayların dibinde oturuyor. bizi duymuyor. bağırıyorum. yapma, diyorum. anlıyor. ama duymuyor. duymak. kulaklarımı kopartıp atmak istiyorum. yalnız yürümesine izin vermek istemiyorum.
ışık son kez yanıp sönüyor. trenin sesini duyuyoruz. jimin atlamak için bir hamle yapıyor. transa girmiş gibi gözlerim sadece yoongi’de duruyor. jimin’in sakarlığına ilk kez şükrediyorum. ellerinin arası öyle bir kesilmiş ki, yoongi’nin bedeninin üzerinden geçerek karı kana boyayan trenden bile daha katil jimin’in avuçları.
nefret ettiğim şeyler listesine iki ana başlık ekliyorum. o iki şey dışında bütün maddeleri siliyorum. min yoongi'yi bile.
sadece iki şeyden nefret ediyorum.
trenler ve jimin’in avuçları.
"namjoon," diyor jungkook. bu sefer şarkı lonely’e evriliyor. bir otel odasında bilinmedik numaralar tuşluyorum telesekreterden. ağlamaktan içi dışına çıkmış.
nasıl apar topar hastaneye geldiğini ve yüz ifadesini, öğrendikten sonraki yaşadığımız şeyleri anlatmak istemiyorum. jungkook'un o yüzünü görmektense keşke kafama üç yüz bir bin iki yüz doksan beş tane kurşun yeseydim.
ellerinin arasında bir tablo tutuyor. sımsıkı. yoongi için iki aydır kenara ayırdığı harçlıklarla aldığı, özenle sarılmış tablo. kanatları kesilmiş bir adamın tablosu. ismi 'your eyes tell'
gözlerin söylüyor. omzundan kafasını arkaya eğmiş, beyaz tenli şeytan, ağlayan ifadesiyle ressama bakıyor. gözleri söylüyor. veda ediyor. kızıl kanatlarının yarısı kırık, yere düşmüş ve kor olmuş. ama sanki acısı umurunda değil. o şeytan, bir şeylerden ayrılacağı için, sanki birkaç saniye sonra kaybolup gideceği için ağlıyor. son kez. son kez bakıyor fırçayı tutan elin sahibine. veda ediyor. hoşça kal diyor irisleri. o tabloyu niçin bu kadar istediğini, şimdi, jungkook'a bu tablo vesilesiyle veda ederek anlatıyor. hep söylüyorum. veda ve merhaba aynıdır.
"senin sırtın meşe ağacındanmış diyorlar," dedi , dudakları mosmor kesilmişken. oturduğu zemin buz gibiydi. üşüyordu. yoongi’nin nasıl üşüdüğünü anlamak için üşüyordu. "yoongi neden yaslanmadı?"
evvel evvel zamanlara gidelim. pireler teller iken.
"dünden daha çok, yarından daha az." diyordu yoongi, jungkook'un gözlerine bakarak. sonra kıkırdıyorlardı. yoongi’nin gözleri üzerimizde dolanıyor ve fısıltıyla karışık söylüyordu: "sizi dünden daha çok, yarından daha az seviyorum. hep seveceğim." ayaklarında jungkook'un geçen kış doğum gününde hediye ettiği beyaz ayakkabıları vardı. beyazdan nefret ettiğini herkesin -jungkook dahil- bilmesine rağmen ayaklarından hiç çıkartmıyordu. jungkook için. onun için her şeyi yapabileceğini göstermek ister gibiydi. hepimiz kahkaha atıyorduk onun bu romantizmine. yüzünde bitkin, buruk bir gülümsemeyle izliyordu kıkırdamalarımızı.
"canım," diyorum ona doğru yaklaşarak sarıldığımda. "ne zaman bir sorun olduğunda bana gelebilirsin, biliyorsun." diyorum. hepimiz adına bir söyleniş bu. son zamanlarda durgunluğu gözümüze çarpıyor. seokjin böğürerek kusma hareketi yaptı onlara bakarak.
yoongi, sesli soluğunun ardından konuştu. dudaklarında neşenin etkisi geçmiş, buruk bir kıvrılma vardı. "hayatım, eğer bir sorunum olursa sana yaslanacağım. söz. çünkü senin sırtın meşe ağacından bana göre."
kıkırdadık. oysaki dalga geçmiyordu. yüzünde ciddi bir tavır vardı ve sahiden, yaslanmak istediğini söylüyordu bakışları. kirpik dipleri bile namjoon'un sırtının meşe ağacından olduğuna inanır gibiydi. onun gibi kırık çocuklar, böyle peri masallarına sığınırlar.
"pekâlâ." diyorum, en nihayetinde.
"senin meşe ağacın olabilirim. yaslanmak istediğin zaman söylemen yeterli."
seokjin'in elimin üzerinde boylu boyuna gezdirdiği, uzun boylu buğday tanesiyle gözlerimi bir anlığına ona çevirdim. dalgındı. kolunu başının altına yaslamıştı. "sinclair," diye fısıldamıştı. "içine devrilmiş adamlar bir başkasına dayanak olamazlar."
şimdiki zamanlar bana doğru geliyorlar. bir elimde tarağım, ötekisinde şarkı sözlerini yazdığım kağıttan sardığım sigaram. “büyüdüğüm için kendimi affedemiyorum,” diyorum. “kalmadığı için de çocukluğumu.” beni kimsecikler anlamıyor.
bunun için şarkı yapıyorum. bir ses bana gülüyor. göklerden yoongi düşüyor. bulutlar çapaklı. “o piçi ben yaptım,” diye kahkaha atıyor. “göğsündeki boşluğu da.”
[bu kadar hüzünlü öyküler yazmayı bırakmalıyım. namjoon, indigo. 2.12.22]